21 Mayıs 2012 Pazartesi

23 Kasım 2010'da tumblr'a yazmışım.


Çok güzel bir insandı. Her ne kadar Scarface’ın deforme olmuş yanaklarından bir parça ödünç alsa da, göz kapağının altındaki o garip yumrunun yarattığı etkiyle Thom Yorke gibi bayık bakışlara sahip de olsa, yüzü Captain Beefheart’ın balık maskesi gibi pul pul kayıyor da olsa, sol kolunun ölü ağırlığı ile vücudu dengeyi sağlayamıyor da olsa, saçları Michael Cera’nın o ilginç modeline benziyor olsa dahi, bugün karanlık sokakta bir hanımefendi gözleriyle süzerek arkasındaki taş bloka doğru adım atsa da her şey çok iyi gidiyordu aslında.

Aynanın karşısına geçip “twas brillig and the slithy toves!” diye avazı çıktığı kadar bağırmıştı kendine. Kokuşmuş ses tellerini gerilebileceği son noktaya kadar zorluyor ve umutlu bir biçimde sallanıyordu. Her zaman daha fazlasına. Siluetinin, karanlık gözlerinden alevler saçarak sonsuzluğa adım atışına tanık oluyordu.

İlk gelişinde ve yer alışında o, bulunduğu mekana ve o kusursuz yapılara tedirginlikle bakardı hep. Yabancı kavramının düşünce sistemine yansıyışı biraz farklıydı. Aidiyet duygusuna gömülmeden var olduğunu hissetmekte oldukça güçlük çeken kişilik, kendi kendine ait olduğunu anlamak ve var olma çabalarına girebilmek için kendini 3 aşamalı bir teste tutmayı uygun görmüştü. Fiziksel, düşünsel ve ruhsal deneyimlerinin algılandığını ve karşıt kişilikleri bu 3 yol ile kavrayabileceğine emin olmalıydı.
İlk deneyimini yaşadığı yıllarda ilk girişimlerini fiziksel yollarda çalıştıran bay kişilik, çevresini en doğru biçimde tanımak ve anlaşılmak için uyanmıştı dünyaya. İlk girişimini küçük bir kulak ile yaşamak sanırım onun için doğru başlangıçtı.

“Merhaba bayan kulak.” diye seslendi.
Ama karşılık gelmedi.

Yeniden ve daha gür bir sesle denedi ve parmak uçlarıyla muz kıvamındaki kulak kıvrımlarında minik çizgiler çizmeye başladı.
“Merhaba bayan kulak!”

“Merhaba bay kişilik.”

O an, bay kişilik kendini ılık rüzgarlar içinde buldu adeta. Dudaklarının kenarından ağzına dolup tüm vücuduna yayılan sakin bir huzurdu bu. Birinci sınavını başarıyla geçmiş olmanın huzuruna sahip olan bay kişilik için kesinlikle bu yeterli değildi.

“Zıraşopine muti?” dedi bay kişilik.

Sonbaharda ağaç dallarında titreyen sarı yapraklar gibi bir sessizlik dolmuştu. Çünkü bayan kulak, bay kişiliği duyamamıştı. Ama bayan göz anlam verilemeyen seri hareketlerde bulundu. Bay kişiliğin üzerine esnek toprağın üzerinden kalkan tozlar serpilmişti. Hayatında ilk kez anlaşılamamıştı ve bu onu çok mutlu ediyordu!

İlk testinde başarıya ulaştığını düşünmeye başlamıştı artık bay kişilik. Nehir üzerinde usulca ilerleyen sandallar kadar mutluydu.
Testindeki ikinci aşamaya geçmeden önce her şeyin aslında ilk aşamadan ibaret olduğunu düşünürdü. Bu ilk aslında tek ve bu tek aslında yalnızdı. Onun yalnızlığı üzerine düşünmeye başladığında kendinden daha üst bir boyutu kavrayabilmişti. Aslında kavradığı şeyin ne olduğundan çok ne işe yarayacağını umursayan ufacık beyni ona her adımında umutsuzluk ve takıntı vermekteydi.

Her takıntıda biraz sabır yoldaşlığı kazanmakta, sabretmeyi öğrendiğinde ise heyecanın neden gözlemlenir bir duygu olduğunu anlamakta idi. İletişim kurduğunda aslında bunun yalnızca mağarada taşlara vuran, sarsılan ve yankılanan ses dalgaları olmadığını; o sesin her ölçülemez birim karesinde anlaşılmak veya anlaşılamamak için yaratılmış bir anlam ve aynı zamanda bunun yanında küçük anlamsızlık çakıllarının bulunduğunu görmüştü. Tüm bunların üzerine okuduğu, yazdığı ve düşündüğü tüm değerlerin toplamının da bir karşılığı mutlaka bulunmalıydı. Düşüncenin duyulara olan yansıması dünyevi bir mucize idi onun için.

“Ben senin beni düşünüp düşünmediğini düşünüyorum bayan kulak.” dedi.
“Ben de seni bu soruları sormaya iten şeyin ne olduğunu merak ediyor ve düşünüyorum bay kişilik.” karşılığını aldığında yüklenen anlamların, onlardan çok daha sade olan duyulardan daha üstün olduğuna emin olabilmişti.

Bu mucizeyi keşfetmesiyle olası bir üst dünyaya kapıları açmış ve derin derin o havayı solumadan bırakmamakta kararlı idi. Hoş ki aslında o hava onun ciğerlerine dolduğunda zaten bir daha onu bırakmayacaktı.
Adeta bir sirk gibi kelimelerden labirentler, çıkmaz sokaklar oluşturan; uçurumun kenarından atlayıp düştüğü harikalardan reele tırmanan birisi olmuştu.
Bu eğlence gün geçtikçe yerini ulaşılamaz bir ütopya’ya bırakacak ve bay kişilik’in hayatının üzerine gölgelerini yığacaktı. Bu ütopik düşünce zenginliğinin kıymetini fark ettiğinde varlığını sorgulamaya en baştan başladı. Tüm topladığı cevapların aslında hiç bir anlamı olamayabileceğini ve tüm soruların cevaplanmak için sorulmadığını gördüğünde bay kişilik bu duruma haykırmıştı: “Ben siyahım! Mor ve kırmızının denizinde yüzen bir siyah!” Kendine nerede bulunduğunu sorduğunda kendine vereceği cevap:
“Ben buradayım. Benim burada bulunmam hiç bir yerde olmadığımı veya her yerde bulunduğumu çürütemez. O zaman ben aslında var olup olmadığımı sorgulamaya başladığım andan itibaren her yerdeydim ve bir sonuca ulaşamayacak olmanın hüzünlü gerçeği ile karşılaştığım andan beri hiç bir yerdeyim. Sonsuza kadar.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Paylaş